Her zamanki gibi yine sabah saatin 11.00'ında, üstlendiğim görevi layıkıyla yerine getirebilmek adına son bir kaç yıldır, artık özel işlerimi dahi askıya aldığım, ara sıra hak vaki olup bu dünyadan göçüp giden yakınlarıma, tanıdıklarıma son görevimi yapabilmek,hastahane, postane işlerimi hal yoluna koyabilmem için mecburen yerine getirmem gereken özel vazifelerime ayırdığım zamanımın dışında, zaten gönüllülükle yapmayı üstlendiğim görevimin peşindeyim.
Zaman zaman, tabi ki ben ve benim hanemde can taşıyan birilerinin varlığı sebebiyle onlar da hastalanabiliyor, farklı sorunlar yaşayabiliyor ya da onların halledemeyeceği işler zuhur edebiliyor.. İşte bu işleri de görebilmek, hane halkımın gözünden iyice düşmemek adına bazen onlara da; “yalakalık” yaptığım durumlar olabilmektedir.
Hani gönüllülük esaslı üstlendiğim görevimi ifa eder iken, madem bu görevi üstüme almışım, kimsenin hak ve hukukuna onların beklentilerine terslik yapmamak adına birilerine, kendi sınıfımı savunanlara yaptığım “yalakalık”, “biat etme”, zaman zaman onların karşısında “el pençe divan durma” gibi, o işlerden "nemalanma", oralardan "rant devşirme" gibi dillere pelesenk edilen, aslında kendi yaşama sebebinin dahi farkında olmayan, gönülden, gözden, yürekten, sevdadan uzak birilerinin dilendirdiği bu davranışlara da muhatap olabiliyoruz.
Derken efendim bugün yine; "boş işler müdürlüğü" vazifemi yerine getirmek adına dahil olduğum mekana girdiğim andan itibaren, o mekanın müdavimlerinin, her zaman yaptıkları gibi “memleketi kurtarma operasyonlarının” içinde buluverdim kendimi. Kimi hükumeti yıkıp yerine yenisini kurmakla meşgul, kimi hükumetin başına, kimi de yıllardır onu orada tutmaya sebep olduğunu iddia ettikleri ve suçladıkları muhalefet liderlerine ağız dolusu yarenlikleri fütursuzca sarf etmekteydiler.
Bir ara bana dönüp devamlı surette yaptıkları gibi, “yahu başkan neredesin Allah aşkına bizler geleli yarım saat oldu, sen hala yoksun” fırçalarını da yad ettikten sonra, halbuki 345 günümü orada geçirdiğimin bir damlacık gerçekliğine dahi duçar olamadan “eyvallah”ı çekip her zaman yaptığım gibi hepsiyle tek tek tokalaşarak ve hal ve hatırlarını sorduktan sonra odama geçtim.
Mizacım ve görevim gereği onların mevzularına hiç bir zaman balıklama dalmayıp uzaktan onların yarenliklerine gülümsemeler gönderirken, bu defa ilk kez konunun içine azıcık dahil olmak hevesi doğdu içime... Biraz da onların; “hükumeti yıkma ve yerine yenisini kurma” çalışmalarına destek olma adına yanlarına doğru yanaşma gafletinde bulundum.
Birisi, günlerdir sosyal ya da yazılı medyada; "SOMA şehitlerimizin katilleri" diye itham ettikleri hükumet yetkililerinin, “derhal hepsinin darağacına gönderilmesi gerektiğini” savunurken bir diğeri de; “vatandaşa başbakanın attığı” iddia edilen dayaklardan, korumasının tekmelerinden, onların ağızlarından sarf edildiğini iddia ettikleri “ballı, döllü” sözlerden dem vururken diğer bir tanesi de; bu tavra karşı bir başka karşı tavır ve söylemi geliştirerek, “aslında facianın bir sabotaj olduğundan, bunun da yıllardır hükumeti yıkamayan muhalif grupların trafoya bomba koydurttuklarından” ve “işçilerin seçim döneminde AK Parti’nin mitinglerine katılmış oldukları için bu ölümlerin onlara müstahak olduğunu” söyleyen gazetecilerin varlığından bahsediyordu.
Bir ara seslerinin tonlarının yükseldiğini, bağrış ve çağrışların arttığını, üstelik yumrukların sıkıldığını, hakaretlerin bir birlerine yöneldiğini sezince attım kendimi onların bulunduğu grubun orta yerine, girdim hem mevzunun hem de bedenlerinin arasına...
Durumu yumuşatabilmek ve kızgınlaşan ortamı serinletebilmek adına hemen bir soğuk Nasreddin Hoca espirisi ve Kadı Efendinin o meşhur hükmünü onların üzerine bocalamayı düşünürken ve fıkranın bir ucundan da başlamışken aynı zamanda “sen de haklısın” tekerlemesini ağzımdan azat etme çabaları içindeyken, birden tartışmanın şeklinin değiştiğini ve hepsinin birden üzerime çullanacakları vahim bir durumu da önceden sezip bir anda tavla kasalarını kaptığım gibi masalara dağıtmam ve espriyle karışık; “benden iyi tavla bilenin olmadığını, varsa benden iyi bildiğini iddia edenin karşıma geçmesini” söyleyerek ve mevzuyu “ laf kalabalığına” getirip gruplar halinde masalara oturtmayı başarabilmiştim. Ardından da çayları söyleyip şöyle keyiflerinin ortasına bir de türkü ile katkı yaparak nihayet hepsini yatıştırabilme bahtına erişmiştim. Çok şükür bu olayı da ölüsüz, yaralısız atlatabilmiş, taziye mesajları masraflarından ve "nasıl oldu, nasıl oldu?" merakları içeren yoğun sorulara cevap yetiştirmekten kurtulmuş bir vaziyette zarların "şeş-beş" tıkırtıları ve pullarının da "tak-takları" içinde o günü de vukuatsız atlatabilmiştik.
Yarına Allah Kerim bakalım..
Bir kez daha gördüm ki bu dünya, adaletin hakça hüküm verilip, eşit paylaştırılacağı bir mekan değildir.
Zamanla, “Mahkeme-i Kübra”ya bir an evvel ulaşıp dünya tarihinin başlangıcından bu yana ne kadar gelmiş geçmiş insan varsa hepsinin gözleri önünde kurulacak o Büyük Mahkemeye ulaşmayı o kadar çok istiyor ve herkesin takkelerinin düşüp, kellerinin görünmesini o kadar çok arzuluyorum ki, şimdi de ben belki bunu istemekle en büyük günahı işliyorum ne bileyim...
Olsun, ben de O Büyük Mahkemede aklanacak ya da cezalanacak değil miyim?
Herkes Hukukun ordinaryüsü olmuş, önüne gelene kılıç sallıyor, haklarında kalem kırıyor.
Kendisi “ak-ı pak”, diğer herkes kötü, kirli, suçlu, iğrenç...
Halbuki asıl iğrençlik bu değil mi?
Şu Sosyal Medya insanlara ne kadar da paye kazandırmış(!) durumda...
Kimini hakim yaptı, kimini, savcı, kimini cellat, kimini idamlık mahkum.
Bu ne kardeşim, bazı şeyleri de bilmeyiverin, ne olur yani, ölür müsünüz?
Herkese Allah’tan; akıl, iz’an, feraset, vicdan,sabır, irade, itidal ama hepsinden önemlisi güzel bir edep nasip etmesini ve SOMA Şehitlerimize de rahmetler diliyorum.