Yarın Öğretmenler Günü... "Tüm öğretmenlerimize kutlu olsun."
Ben de devletin öğretmen yetiştiren bir okulundan, yine devlet tarafından haksızlığa uğratılmış bir öğrencisi olarak mezun oldum.
1941 yılında Köy Enstitüsü olarak kurulan, 1954 yılında İlk Öğretmen Okulu ve 1974 yılında da Öğretmen Lisesine dönüştürülen ve kurulduğu tarihlerde Türkiye’de sayısı 21 adedi bulan okullardan birisi de Konya Ereğli İvriz Öğretmen Lisesidir.
1971 yılında ilkokulu Doğduğum Köy Oğlakçı`da bitirdikten sonra 1972 yılında iki aşamalı bir sınav sonucunda; o zamanki adıyla İvriz İlköğretmen Okulu’nda yatılı olarak okuma hakkını kazandım. O zaman okul yedi yıllık bir eğitimden sonra ilkokul öğretmeni mezun ediyordu. 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nun 1974 yılında uygulamaya geçmesi ile birlikte bu okullar, "Öğretmen Lisesi"ne dönüştürüldü ve eğitim süresi de altı yıla düşürüldü.
1974 yılının bir sonbahar günü okul idaresi, öğrencilerin hepsine üç gün süreli olmak üzere “memleket izini” verdi. İzinin konusu “yüklenme senedi” ile ilgiliydi. Okula ilk kayıt yaptırılır iken istenen “yüklenme senedi”, süresi yedi yıl olan ilk öğretmen okulu statüsüne göre hazırlandığı için, senetlerin yeni duruma uydurulması gerekiyordu. Bu maksatla Ereğli’den Köyüme geldim. Telefon ve diğer iletişim araçlarının günümüzdeki gibi yaygın olmaması, hatta köylerde hiç telefon bulunmaması bu tür geliş ve gidişlerin ailelere önceden haber edilmesini imkânsız kılıyordu. Bayram da yoktu seyran da ama ben köye gelmiştim. Halbuki daha önceleri; ya şubat tatiline ya bayram tatiline ya da yaz tatiline gelirdim. Bu seferki gelişim zamansız olmuş, bu durum, kendi ailem de dahil olmak üzere herkesin dikkatini çekmişti. Bu yüzden de köydekiler “okuldan uzaklaştırıldığımı”, halk arasındaki söylenişiyle “okuldan atıldığımı” düşünmüşlerdi. Neyse ki elimdeki yazı, babamı ikna etmiş ve yüklenme senedini yaptırmak üzere Seydişehir’e gitmiş, noter aracılığıyla senedi yenileyerek tekrar köye dönmüştük. Hafızam beni yanıltmıyorsa, altı yıl süre ile yatılı okuyacak olan bir öğrencinin velisi tarafından imzalanması gereken bir “yüklenme senedi”nin o tarihteki değeri yine o tarihteki para cinsinden 40.000 (kırk bin) lira idi. Eğer okulu “geçerli bir neden olmaksızın” bırakır isem o parayı babamdan tahsil edeceklerdi. Senet bu maksatla yapılıyordu.
İznimin bittiği günün sonunda senedi de yanıma alarak okula gitmek üzere sabah erkenden kalktım ve köyüm Oğlakçı’dan yaya olarak ayrıldım. Köy ile Kasaba arasındaki mesafe 6 kilometre kadardır. Kasabaya kadar yaya olarak, Kasaba ile Seydişehir arasındaki 23 kilometrelik yolu da Seydişehir’e giden bir vasıta denk gelir ise ondan faydalanarak kat edecektim.
Bu yol o zamanlar, şu andaki gibi, üzerinden yarım saat içinde, evet sadece yarım saat içinde 700 aracın geçtiği bir yol değildi. Çavuş ile Seydişehir arasındaki yol, tek aracın bile zorlanarak seyrettiği ve altı saat süresince bir tek bile aracın geçmediği stabilize bir yoldu. Bu sebeple de, o yolun adı gerçek anlamıyla asıl o zaman “Çile Yolu”ydu.
Çavuş’u geçerek Seydişehir yoluna çıktım. Beş on adım atıyor ve dönüp ardıma bakıyordum.
Yürüyor ve zaman zaman da ümitle ardıma bakmaya devam ediyordum. Bu bakışlar her defasında hüsranla sonuçlanıyor, takatim da git gide azalıyordu. O tarihlerde vasıtalar, Çarşamba Çayı’nı eski köprüden geçip Karabulak Köyü’nün içinden Seydişehir’e ulaşırlardı. İşte o eski köprünün üzerine geldiğimde; yaz talilinde ziyaretine gittiğim ve o tarihlerde İzmir’de yaşayan rahmetli dedemin 115 liraya satın alıp bana hediye etmiş olduğu kol saatine baktım ve tam altı saattir yürümekte olduğumu anladım. Altı saatte yaya olarak 26 kilometre yol kat etmiştim. (Hâlbuki bu zamanın imkânları ile altı saatte Seydişehir’den İzmir’e varmak mümkün olabilmektedir.) Tam bu sırada Gevrekli istikametinden gelen “çiğdem sarısı” bir minibüs, artık yorgunluktan titremeye başlayan dizlerime derman olmuştu. Minibüse binip Seydişehir’in eski garajına kadar geldim. Hiç unutmuyorum, Karabulak’tan Seydişehir’e kadarki yol parası için minibüse, cebimdeki 50 (elli) liranın 2,5 lirasını vermiştim.
Saat 12.00 civarında Beyşehir üzerinden Konya’ya, Oradan da Ereğli’ye gitmek üzere Seydişehir’den ayrıldım. Akşam karanlığı Ereğli’ye 12 kilometre uzaklıkta olan İvriz Öğretmen Lisesi’ne ulaştım.
Tüm olayları yaşarkenki yaşım da sadece 16 idi.
Elbette bu ve buna benzer hikâyeler anlatıldığında şimdiki gençler bu gerçeklerin anlaşılmasında zorluk çekebilirler. Seydişehir-Konya yolunun o zamanki halini bilmeyenler, bu hikâyenin "abartılarla dolu olduğunu" da düşünebilirler. Ellerindeki son sürüm cep telefonlarına yükledikleri mp3’leri dinlenmeye ve internet kafelerde harcadıkları zamanın cüzi bir miktarını da araştırmaya ve okumaya ayırırlarsa eğer, geçmişte yaşanılanları daha iyi kavrar ve geleceğe daha güvenli adımlar atabilirler.
50 liralık okul harçlığımın; (o gün, bir lokma dahi bir şey yemeden) 2,5 lirasını “sarı minibüse”, 10 lirasını Seydişehir-Konya biletine, 10 lirasını Konya Ereğli biletine, 2,5 lirasını Ereğli-Okul minibüsüne verdiğimi, kalan 25 lira ile de bir eğitim dönemi idare ettiğimi söylersem, elimizdeki cep telefonlarının, ayrıca bu imkânları bize sunan, öncelikle devletimizin, anne ve babalarımızın değerini bir kat daha anlarız ve hayata dair daha güzel düşüncelere sahip oluruz.
Ayrıca, Seydişehir Bölgemizin; bundan otuz yıl önce hangi konumda, şimdi ise hangi seviyelerde olduğunu daha iyi tahmin edebiliriz. Otuz yıl sonra, yaşadığımız bölgeyi hangi konumlarda görmek istediğimize ve oralara ulaşmak için neler yapmamız gerektiğine daha fazla kafa yorar, üzerimize düşen görevleri layıkıyla yaparız.
Başarıya ulaşmanın yolunun dürüstlükten, ahlaklı olmaktan, mütevazılıktan, sabırlı olmaktan, memleketimizi ve milletimizi çok sevmekten, bunlarla birlikte ve bunlar kadar önemli olarak da çok çalışmaktan geçtiğini daha iyi anlarız diye düşünüyorum.
Her şeyin memleketimiz ve milletimizin yararına olması dileklerimle…
Tayyar Yıldırım